Sisifos’un Haykırışı

Bu metni, üniversitedeki son yılımda öğrenciyken yazmıştım. Bugün hâlâ önemli bir değeri olduğunu düşünüyorum ve bu nedenle Türkçe olarak da kaleme almak istedim, iyi okumalar !

Bugün doğum günüm. Birkaç saat içinde stajyer psikolog olarak yöneteceğim terapi grubu için güzel bir çikolatalı pasta hazırladım.
Yaklaşık 10 aydır bir araya geldiğim engelli çocukların ebeveynlerinden oluşan bir grup bu. Bu 7 annenin katılımıyla, saf duyguların paylaşıldığı ve derin bir tartışma ortamının oluştuğu harika bir grup terapisi oluşturabildik. Kimileri eşleri tarafından terk edilmiş ve birden fazla engelli çocuğuyla yalnız kalmış, kimilerinin çocukları yurtlara yerleştirilmiş… Hepsi acılarını paylaşmaya hazır. Oturum, çocuklarının başka bir psikolog eşliğinde “uyarlanmış spor” yaparken gerçekleşiyor.

Kurum binasının giriş kapısını açtığımda, tarif edilemez bir ses yankılanıyor. Kulakları sağır eden, ne olduğu anlaşılmayan, sert ve şiddetli bir gürültü her yeri doldurdu. Kurum, sanayi bölgesinde bulunduğu için bunun bir fabrikanın sesi olduğunu düşündüm.

Grup odasına vardığımda bir katılımcının eksik olduğunu fark ettim. Nedense, sesin kaynağını aramak için otoparka çıktım. Dogrusu, durumun bu kişinin yokluğuyla bir ilgisi olup olmadığını merak ediyordum.

Ve işte o zaman, yere çömelmiş bir adamın etrafında toplanmış müdüre ve psikoloğa rastladım. Daha önce duyduğum sesi çıkarıyor. Bu bir makinenin sesi değil, bu adamın ağlamasıymış. Koca bir adamın sesi o kadar ince ve derinden gelen bir çığlığa dönmüş ki bu ancak bir çaresizlik haykırışı olabilir.

Psikoloğun yüz ifadesini okuyarak, durumu anlamaya çalışarak onlara yaklaşıyorum. Yüzündeki ciddiyet, bir şoktan ziyade daha çok bir üzüntüye işaret ediyor. Daha önce bildiği, ama bana tamamen yabancı bir durum karşısında empati gösteriyor gibi görünüyordu.

Adamı hemen tanıdım. Bu, eksik katılımcının eşiydi. Esi bazen grup oturumlarına katılamadığı zaman oğlunu spora getiren kişi oydu. Gruba katılma teklifimi her zaman işi olduğunu söyleyerek reddetmişti.

İlk refleksim otistik olan çocuğunu spor salonuna götürmek ve çocukların bu sahneden etkilenmemelerini sağlamak oldu. En çok da çocuğun babasını bu halde görmesini engellemek istedim. Ardından, gruptaki kadınları durumu açıklayarak sakinleştirmeye çalıştım. Yerde yatan adamı tanıdıkları için üzüntülüydüler ama olanlara çok da şaşırmamışlardı.

Yerde çaresizlik içinde olan adamin yanına döndüm. Artık bağırmıyordu, ama hâlâ titriyor ve gözyaşlarıyla dolu bir yüzle yerde oturuyordu. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama sesi yetmiyordu. Ona yaklaştığımda, “horoz yüzünden” dediğini duydum. Bunu şok halinde söylediğini düşünerek, oturup sakinleşebilmesi için onu küçük bir odaya götürmeyi teklif ettim. Psikolog çocukların yanına döndü, müdür ise dışarıda itfaiyeyi beklemek üzere ayrıldı.

Adam kendine gelene kadar küçük odada bir süre bekledik. Sonunda “neden horoz yüzünden?” diye sordum. Titrek sesiyle sabahları komşunun horozunun bahçelerine gelip ötmesinin kendisini uykusuz bıraktığını söyledi. O an, her sabah erkenden uyanmak, diğer sorunlarla birleştiğinde moral bozucu bir yorgunluk kaynağı olabilir diye düşündüm. Ancak sonra onun bir postacı olduğunu ve yıllardır horoz ötmeden çok önce uyandığını hatırladım.

Peki, bu adam, iki çocuk babası – biri 6 yaşında otistik bir erkek cocugu – neden bugün çöktü? Bu çöküşte horozun anlamı neydi? Neden beni etkilemeyen horoz sesi bu adamın hayatını altüst etti?

Duruma uzaktan baktığımızda ve bağlantı kurduğumuzda, durum anlam kazanıyor. Bu adam, engelli bir çocuğun babası olarak, klasik baba-oğul aktivitelerini hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğini biliyor. Eşi ve kızı arasında güzel bir bağ varken, oğlu ile spor yapamıyor ya da pazar öğleden sonraları onu futbol oynarken izleyemiyor. Oğlunun yapabildiği tek spor, kurumdaki uyarlanmış spor aktivitesi…

Ancak, bu adamın omuzlarına yüklenen yalnızca oğluyla keyifli anlar paylaşamama duygusu değil.

Bir çocuk, bir kişinin adeta bir yansımasıdır ve psikolojide ‘narsistik nesne’ olarak adlandırılan bir kavramla ilişkilendirilebilir. Bu kavram, çocuğun ebeveynine kendisinde güzel ve değerli bir şeyler olduğunu hissettiren, adeta bir ayna işlevi görmesi anlamına gelir.. Hangi ebeveyn, “Ne kadar güzel bir çocuk!” sözlerini duymaktan hoşlanmaz? Kaç ebeveyn, çocuklarının ilk adımlarında mutluluktan ağlar? Bu adam, tüm bu sözleri uzun saatler, günler, aylar boyunca beklemiş, ama oğluyla ilgili hiçbir zaman böyle övgüler duyma şansı olmamış. Kendisiyle gurur duymayı, oğlunun üzerinden dahi olsa, hiçbir zaman deneyimleyememiş. Aksine, oğlu ona kırık, eksik bir yansima sunuyor; ona içinde güzel bir şey olmadığını fısıldıyor.

Sisifos, Yunan mitolojisinde kurnazlığıyla tanınan bir kraldır. Tanrıları aldatması nedeniyle cezalandırılmış ve yeraltı dünyasında sonsuz bir göreve mahkûm edilmiştir. Bu ceza, dev bir taşı bir tepenin zirvesine kadar itmek, ancak taş her seferinde zirveye ulaşmadan geri yuvarlanır. Sisifos, taşı tekrar tekrar yukarı itmek zorunda kalır. Bu mit, genellikle insanın yaşam mücadelesini, tekrarlayan çabalarını ve anlam arayışını sembolize eder.

Horoz sesi, gün doğumunu simgeler. Bu adam için bu ses, yaşadığı hayatın gerçek olduğunu, bunun onun hayatı olduğunu ve bu hayatı kendisinin seçmediğini hatırlatıyor. Şüphesiz, her gün doğumu yeni sürprizlerle doludur, ancak hayat bir günle ertesi gün arasında süreklilik taşır. Bu adam için süreklilik, otistik bir çocuğun ebeveyni olmaktır. Bu engellilik, bir gecede kaybolmayan bir yüktür; her uyanışı zorlaştıran bir yüktür. Horozun ötüşü ona yeni bir günü müjdeliyor değil, Sisifos gibi her gün taşıdığı taşı yeniden yukarı itmek zorunda olduğunu hatırlatıyor.

Burhan GÜVEN

Yorum bırakın